Blog Yazıları

Şafak Başgan Ege’de

Basacan istifayı, yerleşecen kıyı Ege’ye

Tosbağa ile tavşanın muhabbetini ilkokul yıllarından birçoğunuz hatırlar. Tavşan bi depar atıyordu, garibim tosbağa da yaz sıcağında takviyeye takmış 92 model AS 900 misali tıslaya tıslaya yolunda ağır adımlarla ilerliyordu. Sonra tavşan kendinden emin gidip bir ağacın altında uyuyordu. Mola vermeyen tosbağa da en son rampadan indiğinde peygamber vitesine salıp uykucu tavşanı geçerek yarışı kazanıyordu. Ezop’un masalları, La Fontaine’nin fablları, Ömer Seyfettin’in kaşağıları derken, her sene değişen müfredat, önümüze konan sınavlar, barajlar, bariyerler derken bir bakmışsın göz açıp kapayıncaya mezuniyetler ondan sonra da hop kariyerler, linkedn’ler, çekilsin krediler, sıkılsın kemerler…

Çocuk yaşımda metropole gittiğim bir sömestrdan hatırladığım bir yürüyen merdiven anım vardı. Öylesine yanımda bir büyüğüm olmadan İstanbul’da aylak aylak gezeceğim, şehri öğreneceğim derken Mecidiyeköy metro çıkışında kendimi yürüyen merdivenlerin solunda akışa bırakmış hızlı hızlı adım atıyorken bulmuştum. Bir yere yetişmek gibi bir derdim yokken neden bu tempoya ayak uydurduğuma çocuk yaşımda çok şaşırmıştım. Sonra bir kenara çekilip “Ne yapıyorum ben ya?” diye kendime sormuş ve yine yavaş adımlarla gezime devam etmiştim.

Sonra seneler geçti, bile isteye hedefleye üniversite eğitimim için İstanbul’da kendimi buldum. Hatta eğitim falan da bahane “Ben İstanbul’u yaşayacaktım”. Aferin bana. Seneler anlamadan geçti, büyük bir labirentin içinde belki de aynı rotalarda sonsuz tekrarlarla o hıza ayak uydurarak giderken İstanbul’u da yaşayabileceğim kadar yorucu bir şekilde yaşadım. En son hızdan başım dönmüş olarak bir çatı katında, dertleştiğim arkadaşımın silüeti Aristo’ya dönmüş halde bir konuşma içinde buldum kendimi: “Ben gitmek istiyorum, çok sıkıldım, iki sene hiçbir şey yapmak istemiyorum. Hiçbir şey okumak da istemiyorum. Çok bunaldım, çok daraldım, sahte kaçışlardan yoruldum gerçekten kaçıp gitmek istiyorum”. Uzun uzun beni dinledikten sonra cevabı “Sen bilirsin moruk, hayat senin. Şimdi git odana film mi açıyorsun ne yapıyorsun kafanı yaşa”. Tabii ki çatı katının terasından uzak kalmam odamda bir şeyler izlemem daha güvenli bir şeydi. Sabah yine konuşurduk Aristo ile. Çare neydi? Çare Asssos muydu?

Her beyaz yakalının düştüğü o yanılgılardan ilkini yaşamıştım. Klişeleri pek sevmediğimden “Kadıköy’de kafe açmak” yerine ben gidip “Üsküdar’da şerbetçi” açmıştım. 2015 hükümet krizi vs. derken iki seçim arasında bir güzel organik organik batmıştım. Geleneksel el yapımı içeceklerimizi modernize ederek geleceğe taşıyacak bir marka yaratacaktım. Sağlıklı doğal el yapımı şerbetler. Şeker yerine bal kullanıp, hiçbir aroma verici, renklendirici, koruyucu katkı maddesi kullanmayınca batışın hızlanması da hiç zor olmadı. Ama ilkelerim ve ideallerim vardı. Fakat ticaret, serbest piyasa, stopaj, vergiler, defterler hiç anlamadağım konulardı. İlk kredi borcum kucağımda geri vitese takarak biraz da kafa toparlamak için seneler sonra kendimi doğduğum şehirde bulmuştum. Bu dinlenme modu fazla uzun sürmedi. Bildiğim işi yapacaktım. Yazı yazmak. Üç beş ay sürmedi, gelen bir iş teklifiyle bir bumerang misali yine kendimi İstanbul’da buldum. Fakat bu sefer bir hedefim vardı. Dişini sık kredi borcun bitsin İstanbul’u terk edersin. Yine aynı döngüler, aynı labirentler, farklı odalar, yeni rotalar derken seneler seneleri kovaladı. Ben ajanslarda çalışmam derken bir anda arkadaşlarla ajans kurarken buldum kendimi. Sonrası yine ülkenin “Yastayız” temalı siyah şablonları derken bizim ajans dağıldı. Yazı tura atarak iş seçtim yine ajans çıktı. Yapacak bir şey yok. Kredi borcu bitene kadar çalışacaktım. En sonunda zayıf matematik bilgimle sürdürülebilir bir tarafı olmadığını kendime açıklayıp o çatı katında terasta silüeti Aristo’ya dönüşen dostumla dertleşirken buldum kendimi. Gitmeliydim. Basmalıydım istifayı. Bak geliyordu ikinci klişe: “Basacan istifayı yerleşecen kıyı Ege’ye”

Yine vites düşüre düşüre önce doğduğum şehre geri dönüp biraz kafa toplama, yaza doğru yoğun nemle birlikte derken -ya Pamukkale -ya Çanakkale Truva, önce hoppala paşam Malkara-Keşan sola dönüp Evreşe’nin dar yollarından, yatır dolu Gelibolu’ndan geçtim/geçilmez Çanakkale’ye. Benden evvel Assos taraflarına göç etmiş arkadaşımın yanına gide gele, oradan Babakale, Geyikli bir baktım Çanakkale’nin içinde buldum kendimi. Küçükkuyu psikolojik sınırına dayanıp hep geri dönüyorum. Betondan hızdan bunalmışken çadırda karavanda uyuyorum. Kah zeytin topluyorum, kah çukur kazıyorum, kah mekan işletiyorum. Fakat güzel gün batımlarında harika şaraplar içiyorum. Peynirin Ezinesi, kuzunun organiği derken, metropolün hızındaki bünye bir türlü bağlanamıyor, rutine dönemiyor. Kuzey’den Güney’e Ege kıyılarını keşfede keşfede girmediğim sanayi köşesi, çıkmadığım otogar girişi kalmadı. Yazı yazmayı bir kenara bırakmıştım. Yaşamakla meşguldüm hayatı. Pişman değilim aslında. İstanbul’un akışına bırakmaktansa Ege’nin akışına bırakmak daha sağlıklıydı hayatı. Bir kere daha temiz nefes alıyorsun, daha iyi besleniyorsun ve daha çok zamanın kalıyordu. Bu süre zarfında sadece bir defa iş olarak yazı yazmıştım evet o da “Zeytin” yazısı.

Şimdi yıllar sonra yeniden yazmaya başlıyorum. Bakalım biriktirdiklerimden, gördüklerimden, gözlemlerimden, deneyimlerimden neler dökülecek? Bu sefer sipariş üzerine değil içimden geldiği için yazıyorum. Yazdıkça açılırım heralde. O zaman otogarlarda, sanayilerde, bahçelerde, bağlarda, kalelerde, yollarda, kıyılarda, adalarda dolaşmaya devam edip fazla açılmadan geri dönelim. Merhaba!

You may also like

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir